Genç intihar haberleri düşüyor haberlere. Önce İstanbul’dan Kübra, sonra Trabzon’dan Ahmet. Geçen aylardan, geçen yıllardan içimizi yaralayan haberlere ekleniyor. Hiç sevmediğim, en üzücü haberler bunlar. Ümitsiz çocuklar, gençler. Zavallı insanlar. Tutunacak hiçbir dalı, hayatına anlam katacak bir bahanesi yok mu, kalmadı mı?
Hanımeli günleri… Kapıdan çıkarken bir koku uğurluyor, sonra yol boyu başka evlerin yanında yine aynı koku. Caminin önü güllük gülistanlık, kontrol ettim, güllerden biri kokulu. Gülhatmiler açmaya, dutlar ermeye ve dökülmeye başlamış. Pazar yerindeki duttan, kasa yığınının üzerine düşmüş bir tanesini yedim. İyiydi.
Tesbih ağacında çiçekler ve meyveler aynı anda dallarda. Değerli aydın Mustafa Sarı bunlardan tesbih yapılabildiğini yazmıştı, facebooka koyduğum resmin altına, tarif etmişti nasıl olacağını. Ben de “deneyeceğim” demiştim. Kabuğunu soymayı denedim, yapışkan ve zor soyuluyor, şimdilik çektiğim zahmete değmeyecek diye düşündüm, vazgeçtim. Yalnız yürüyüş biraz yordu bu sefer. Ya iyice hamladım ya epeydir biraz kırgınlık var üzerimde ondan.
Parkta görece temiz bir çardak bulup oturdum, yanımda götürdüğüm iki kitaptan azar azar okudum. Bir şiir bir anlatı. Masamın üstünde duran, öylesine erteleyip durduğum kitaplardı. İlginç, şairle yazar aynı yıl doğmuş, 38.
Ergin Günçe’nin şiirlerinden bu yürüyüşün anısı olarak bir iki dize kaydedeceğim.
Birincisi “Hiç doğru değil bu yaptığı ölmek”
Yarama parmak bastı bu dize. Şair ne demek istiyordu bilmiyorum elbette. Ama çok yaralıyor beni bu yanlış ölmekler. Genç intihar haberleri düşüyor haberlere. Önce İstanbul’dan Kübra, sonra Trabzon’dan Ahmet. Geçen aylardan, geçen yıllardan içimizi yaralayan haberlere ekleniyor. Hiç sevmediğim, en üzücü haberler bunlar. Ümitsiz çocuklar, gençler. Zavallı insanlar. Tutunacak hiçbir dalı, hayatına anlam katacak bir bahanesi yok mu, kalmadı mı? KIsacık bir mektup, bir not… Sessizce çekip giden ümitsiz çocuklar. Ve bir çığlık olması, vicdanlarda çınlayıp durması gerekirken logara akan sel suları gibi yok olup gitmesi bu acı haberlerin. Ne kötü, ne zalim bir toplumun uzvuyum ben böyle! İçimdeki kötücüllük, geçmiş ve geleceğin hüznünden korunamamam; yadsıyamayacağım, yok sayamayacağım bu uzuv oluştan belki.
Şairden bir iki dize daha:
“Yakında ölümün çiçekleri açacak
Halıdan su içer gibi geyikler”
ve
“Zaman mor otlarıyla eriklere başı değerek geçer”
Jean-Louis Fournier’in kitabından şu satırları not ediyorum bir de, “Tek Yalnız Ben değilim” kitabın adı:
“Yalnızlık üzerine bir kitabı iki kişi birlikte yazamaz.
Başkalarından yardım alamayız. Yalnız olmak zorundayız.
Bu koşullar bana uyuyor, önümdeki beyaz kağıda bakarken yalnızım.
Kitap kısa olacak, öyle olmasını umduğum yalnızlığım gibi.”
Bu da acı. Kitabın başında “Yas Günlüğü”nden bir epigraf var. Bir iki yıl önce okumuştum, hüzünlü bir kitaptı o da. Yazar Özdemir Asaf’ı tanısa belki onun “Yalnızlık paylaşılmaz /Paylaşılsa yalnızlık olmaz” sözünü de epigraf yapardı diye düşündüm.
Döndüm geldim sonra işte eve. Kalbim hüzün dolu, geçmişten mi gelecekten mi zamanın neresinden sızıp geldiğini kestiremediğim bir hüzün.
Hüzne dayanmak için dua okudum biraz, sonra ekmek arası helva yedim. Birinden biri iyi gelir belki kim bilir.
Yetiştirmem gereken bir yazı var, ama eski formumda değilim. Geçen yıllarda okuduğum Nurettin Topçu hakkında bir kitabı aldım önüme, çizdiğim yerlerine bakıyorum, kitabın yazarı Emin Işık’ın alıntıladığı bir cümleye rastladım kitapta, Pascal söylemiş, madem alıntılara daldık onu da yazayım buraya “Az ilim Allah’tan uzaklaştırır, çok ilim Allah’a ulaştırır.”
İşte öyle…
*
(Döndüm geldim sonra işte eve. Kalbim hüzün dolu, geçmişten mi gelecekten mi zamanın neresinden sızıp geldiğini kestiremediğim bir hüzün.)