Geçen gün Hüseyin Say’la Cevahir Kadri’nin “Çocukluğumun Ağaçları” yazısı hakkında konuşuyorduk.
Anlaşılan üçümüz de benzer coğrafyalarda benzer çocukluklar geçirmişiz ki çocukluk ağaçlarımız hemen hemen aynıydı. Meşe, söğüt, çam, kiraz, iğde, ardıç..
Bir ara ben, çocukluk ağaçları bitmez ki, dedim, daha pıynarı var, elması, armudu… (Armuttan biraz bahsetmişti aslında yazar ama daha çok şey söylenebilirdi.)
Sonra söylesek de devamını mı istesek, kendi ağaçlarımızı mı yazsak derken ben “pıynar”a talip oldum. Hüseyin Abi bir şey demedi orada ama cumartesi gün Yaz-Ar-Bir’in “Şiirini al da gel” etkinliğine “Meşe Ağacım” şiiriyle geldi.
Pıynar, pırnal, pırnar… ve keçiler
Aslında pıynar çoğu zaman ağaç değil çalıdır. Onun için ağaçlar arasında zikretmeyenler mazur görülebilir. Ormanlarımızın üç katmanlı bitki örtüsünün orta katmanında yer alır pıynarlar. Ağaçlar ve otlar arasında. Maki dediğimiz bitki örtüsünün çok saygın bir üyesidir ayrıca. Kitaplarda bizim pıynar bazen “pırnal çalısı” bazen “pırnal meşesi” olarak geçiyor. Pırnar şekli de varmış. Tahmin edeceğiniz gibi Rumca kökenli bir kelime. Türkçe yazılı kaynaklarda tespit edildiği kadarıyla ilk Evliya Çelebi’de rastlanmış. “Keçileri dağlarda pırnar yaprağı yerler” demiş Seyahatname’nin bir yerinde. Kabrinde rahat uyu Çelebi, o keçiler hâlâ dağlarda pıynar yaprağı yiyor.
Bizim Ailenin Anıt Ağacı: O Pıynar
Pıynarın çalı olarak kalması belki de keçilerle ilgili, keçinin uğramadığı veya hepsini budayamadığı yerlerde pıynarın büyüyüp bir meşe boyuna geldiğini görürsünüz. Bizim avluda, Soner’in evinin önünde vardır öyle bir tanesi. Aynı yerde çok eskiden dedemin “düver evi” varmış. Babam birgün şöyle demişti. “Bu pıynar ben beş altı yaşlarındayken de aynı böyleydi. Dayımla babamın bir kurban günü dalına asıp keçi yüzdüklerini hatırlıyorum.” O ağaç kim bilir kaç yaşında, pıynar öyle hızla büyüyen bir ağaç değil ki. Gövde çapı bir metre kadar bir pıynarın o hale gelmesi için asırlar gerekir şüphesiz.
Pıynarla Dolu Rüyalar
Bazı bitki türleri aileden biri gibidir. Onu el alem bilmez, onun için beklenmedik bir yerde karşılaşırsa heyecanlanır kişioğlu. Pınar da öyle bir bitki benim için. Birkaç yıl önce Turgut Uyar okurken bir şiirinde karşılaşınca liseden bir arkadaş görmüş gibi heyecanlandım. “ötemizde bir kaçak oduncunun / pırnal meşeleriyle dolu rüyası” diyordu şair. Hemen not defterime, oradan da günlüğüme aktardım.
Sonra birden sanki önü arkası olacak da bir şiire dönecekmiş gibi şöyle yazmışım deftere “Kavlak denir sürgününe pırnalın / keçi yemeyi sever / ben bakmayı”
Belki “gavlak” sözünü kayda geçirmek için yaptım bunu. Kaybolup gitmesin diye. Keçilerin kavlak kadar iştahla yediği şey azdır dağlarda.
Peki pıynar ne işe yarar? Çok sağlam bir ağaçtır. “Pıynar sopası” önemli onun için. Anam rahmetli bize kızınca “Aldırman elime gırılmazından zopayı” derdi. Bu kırılmaz sopa pıynardan olabilir mesela. Sonra odunu çok makbuldür, elbette külü de öyle olmalı. Bir de pıynar dalları avlulara harım yaparken kullanılır. Hem avlu temizlenmiş olur, hem avlunun çevresi organik dikenli telle çevrilmiş olur böylece.
Türkmen kızı katarlamış mayayı…
Daha önce de (on yılı geçmiştir) pıynara bir türküde rastlayıp yine heyecanlanmıştım. Ama o zaman pıynardan önce “maya”ya rastladım. Oradan başlamalıyım.
O zamanlar Tatarlı’da öğretmendim. Okula Çöl Ovası’nın başka köylerinden de öğrenciler geliyordu. Çöl Ovası halkı Yörüklerden ve Türkmenlerden oluşur. Bize göre ikisi aynı şey olsa da küçük bir ayrıntı olmalı. Kendileri sayardı şu köyler Yörük şunlar Türkmen diye. Birgün Türkmen köylerinden birinden gelen sağlam karakterli, ciddi, güzel yüzlü bir kız öğrencim “Hocam maya gibi kız ne demek?” diye sordu. Böyle bir benzetmeden haberim yoktu o güne kadar. Ama “maya”nın ne olduğunu biliyordum, Türkmenler ve Yörükler için ne kadar önemli olduğunu da. Yeni bir şey öğrendiğim için heyecanlanmıştım. Önce “deve” dedim. Baktım beğenmedi “dişi deve” benzetmesini. Sonra “maya”nın hem güçlülüğün, hamaratlığın hem güzelliğin sembolü olduğunu açıkladım. Köylerinde bir ihtiyar kendisine demiş “maya gibi kız” diye… Evet, gerçekten de öyleydi. Allah bahtını açık etsin.
Maya Türkiye Türkçesinde ne sıklıkla kullanılıyor diye bakınırken bir Fethiye türküsüne rastladım. “Türkmen kızı katarlamış mayayı / Aşar gider şu karşıki kayayı…” Harika bir türkü. Bizim köylerin havası, sözcükleri… İşte o türküde de geçiyor pıynar.
“Atmış çilbirini pıynar dalına
Kalemi diviti de almış eline…”
Pıynar dalına ipini atıp bineğinin…
Çilbir yular ya da yulara bağlı ip. Yedilen bir hayvan, artık at mı deve mi neyse… Onu yedeğinde götüren kişi bir pıynarın dalına ipi atıyor ve yazı takımını çıkarıyor. Acaba ne yazacak? Bir mektup mu? O kim? Türkmen kızı ise iş çok başka yerlere varır, maya gibi kızın o dönemde bir de kalemle divitle işi olabilir mi? Ya da o kızla ilgili bir başkası. Nerden baksan her türküde bir roman saklıdır dedirtecek hikayeler geliyor akla.
Bu türkünün çağrışımıyla pandemi günlerinde bir şiir yazdım. “Yalnız Ölüm Temizlikçisi”nde yer buldu “Bir ömr-i muhayyel” adıyla. Şiirin adını Tevfik Fikret’ten ödünç aldım. Kendimi onlara daha yakın hissediyordum o zamanlar.
Bitki Adlarındaki Kargaşa
Hüseyin Say’la sohbetimizde bunları pek konuşmadık tabi, mesajla bir yere kadar. Ağaçların ismini sayıp geçtik. Ama şimdi saysak, hangi ağaçtan bahsettiğimiz de karışır biraz. Bizim memlekette ağaçlara verilen adlarla standart dildeki adlar aynı değil çünkü. Mesela kavak desem… Benim aslında çınar dediğimi anlayan da çıkar anlamayan da. Bir deyim vardır bizde “Aynı gavaan gaşşıı” derler, aynı kavağın kaşığıymış o ikisi demek... “Aynı …un laciverdi” gibi bir şey anlamı. Daha usturuplu elbette. Şimdi bunu duyan biri, ağaçlardan da haberliyse düşünecek, yahu kavak yumuşak bir ağaç pek kaşık yapımına da uygun değil ama… Oysa bahsedilen çınar. Çınar, şimşirden sonra kaşık için oldukça elverişli bir ağaç olmalı. Sonra Cevahir Kadri sarı çam ve akdan bahsediyordu ya, o sarı çam dediği “kızılçam” aslında, akçam dediği ise sıkı durun “karaçam”. Sonra serviye ardıç diyorlar, kavağa selvi… Peki ardıca ne diyorlar derseniz o da ardıç.
Bir köy meydanında kahvehane bahçesinde şakayla karışık “Burası kavak gölgesi değil” diyerek çay içmenizi teklif ediyorsa biri o kavak da çınardır. Çınarın gölgesi “galesiz” ve minnetsiz oturulabilecek bir kamusal alan sanırım bizim toplumda.
Lafı uzattım sanırım. Fikret’le pıynarı aynı dizelerde buluşturduğum şiiri de koyayım da şuraya üşenmeyen okusun.
“Bir Ömr-i Muhayyel” II
“Atmış çilbirini pıynar dalına
Kalemi diviti de almış eline…”
Bir Yörük türküsü Fethiye yöresinden,
Zihnimin arka planında uzak bir ezgi.
Bir başka sayfasında zihnimin,
Eski zamanlardan bir ders, Fikret, şiirleri…
“Bir ömr-i muhayyel! Hani gülbünler içinde…”
Hayal nedir, bir şairin hayali tepeden sisler içinde kente bakan?
Hayal bir filika, kaçmak için hakikat sisinin örttüğü, kararttığı hayattan…
Artık nereye olursa,
belki bir Hobbit köyü yeni dünyada,
belki Manisa’da bir çiftlik…
Orada ne görecek biliyor mu şair? Hiç sanmam…
Başka dünyalar, sisler altında başka ömürler…
Dağ başında Yörük göçü, pıynara yuları atılmış bir at…
Bir ömr-i muhayyel, ormanlar içinde…
“Atmış çilbirini pıynar dalına
Kalemi diviti de almış eline…”