“Yolağı takip ederek uzaklaşan genci gözden yitinceye kadar izledim.
Nedense kalbime bu geniş bozkırın içine bir yıldız kayıp gitmiş gibi bir duygu geldi oturdu.
Aslında, yıldızlar gündüz de kayıyorlar; fakat biz onları göremiyoruz.”
Gündüz Kayan Yıldızlar
Ahmet Halmırat’ın “Kardeş Kalemler”de yayımlanan bir öyküsü bu cümlelerle bitiyordu. Geçen yaz Ahmet Ağabey’den çevirdiğim öyküleri dosya yaptım, bir yayınevine gönderdim. Yayınevinin Orta Asya edebiyatlarıyla ilgilendiğini, oralardan eserlere yer vermek istediğini söylemişti bir arkadaş. Editörden “bence tuhaf” bir cevap geldi. Daha modern, postmodern öyküler istiyorlarmış. İçimden “Daha moderni yok elimizde, bulursanız bize de haber verin,” dedim önce. Sonra biraz düşününce aklıma bir şey geldi. Acaba editör dosyaya ad olarak “Gündüz Kayan Yıldızlar”ı seçtiğim için sadece o öyküyü mü okudu? O öykü yazarın en etkileyici öyküsü değil. Belki başka bir öyküyü okusa veya daha isabetli bir tercihle bütün dosyayı okusa öyle demezlerdi diye düşündüm. Evet, dosyadaki en iyi öykü değildi ama dosyanın tamamını yansıtabilecek, hatta bir dönemi, Halmırat’la aynı dönemde edebiyat dünyasına giren kalem erbabını tanımlayacak en iyi söz öbeğiydi “Gündüz Kayan Yıldızlar”. Kahramanları da biraz kendi gibi, “tutunamayan”… Daha iyisi olabilecekken coğrafyanın ve zaman diliminin alınyazıları olmasıyla dar alanlara sıkışıp kalan insancık. “Kağıt Gemi”nin kahramanını düşünüyorum, “Göçebe Hüzün”, “Horasan’ın Turnası”, “Benim Tuhaf Sevgim”, diğerleri… Kırılgan kaderler. Bir yolakta yavaş yavaş gözden kaybolan, hayatın yükü altında çökmüş omuzlar… Aklımdan bunlar geçerken zihnimde Muhsin Namcu’nun “Cebr”i çalıyor. Coğrafyanın cebri…
Belki bir umut bir ara farklı bir adla dosyayı başka yayınevlerine gönderirim. Belki “Kağıt Gemi” daha iyi bir isim olur dosya için, yanılmışımdır “Gündüz Kayan Yıldızlar” derken.
Göktaşı Yağmuru
Bütün bunlar hafta sonu köyde “göktaşı yağmuru” izlerken yeniden aklıma geldi.
On iki-on üç ağustos göktaşı yağmuru varmış, kayan yıldızları izleyelim diye gelmiştik köye biraz da. Şehirde bu tür etkinlikler yapamayız. Işık kirliliği gökyüzündeki yıldızların çoğunu perdeler. Şehir, Necatigil’in radyo oyununda olduğu gibi günlerden bir gün kulağımıza “Yıldızları gördün mü?” diye bir ses gelse navigasyondan rasathane arayacağımız bir yerdir.
Daha önce bir kez Sarıot tepesinde, bir kez Kabakçı’da bir inşaatın üstünde izlemiştik göktaşı yağmurunu, bu kez yine bir tepede, Zevait Öreni’nde inşaat betonunda izledik. Yere kilim serdik, kilimin üstüne battaniye atıp uzandık. Sokak lambalarının olmadığı bir açıdan gökyüzüne baktık. Üstümüzde tertemiz bir ağustos göğü vardı, Samanyolu bütün haşmetiyle uzanıyordu. Kızlar yine derslerine çalışmışlar, yıldız takımlarını tespit edip bize tanıtmaya çalışıyorlardı. Önce Büyükayı, Küçükayı diye kolaydan başladılar, derken bu Kuğu, bu Kraliçe, bu Kral, bu Yunus vb…
Anı Biriktiren Çocuklar
Bu sefer aramızda ilk defa böyle bir etkinliğe katılan yeğenler de vardı: Enes, Ülkü, Yiğit… Çocukların zihninde böyle anılar bırakmak önemli bence. Hayat yorarsa bir gün, belki küçükken göğe baktıkları gelir akıllarına. Göğe bakarlar, dünyanın ve dünyadaki sorunların ne kadar küçük olduğunu hatırlayıp nefes alırlar.
Çiçekleri ve yıldızları görmek için durmak lazım…
Necatigil, o oyunun sonunda hayat bezgini kahramanına çiçekleri görüp görmediğini soruyordu. Çiçekleri görmeyen yıldızları nasıl görsün? Çiçeklere bakmak; arada göğe, yıldızlara bakmak mühim. Arada durmak, yavaşlamak lazım. Her yerde bir koşuşturma. Durmadan göremezsin ki çiçekleri, yıldızları…
Şehirde, koşuşturmacada ne yıldız görünür ne çiçek, doğru... Kayan yıldızlar da görülmez elbette. Gündüz de görülmüyor kayan yıldızlar. Hayatı pahasına bir gösteri, bir sunum dese; kuğunun son şarkısı gibi son bir kez sahne alayım dese küçük insan… Eğer koşuyorsa herkes, eğer sahnede spot ışıkları altındaysa, ya da ne bileyim flaşlar patlıyorsa, kimse görmeyecek kayan yıldızı.