Yer yer satır altları çizilmiş bir kitap kitapçıdan yeni alınmış ya da kargo paketi yeni açılmış bir kitaptan tamamen farklıdır.
O artık yazarın olduğu kadar okurun da eseridir. Sayfa kenarına yazılan notlar; satırların, paragrafların kenarına konan işaretler tekrar dönerse bir gün o ilk okumada yaşanan macerayla ilgili ipuçları verecektir okura.
Ya bir de aynı kitap birkaç kez okundu, her seferinde yeni derkenarlarla zenginleştiyse…
Göçük altında kalan kitaplar
Büyük depremden sonra halam ve eniştem Antakya’dan Denizli’ye geldiler. Ağır hasarlı evlerini birkaç parça kıyafet alıp öylece bırakmak zorunda kalmışlardı. En çok göçük altında bıraktıkları kitaplara üzülüyorlardı. Şehrin tanınan ve sevilen bir vaiziydi Halil İbrahim eniştem. Yıllar boyu yavaş yavaş büyümüş kütüphanesi, raflar dolusu nadir tefsirler öylece kalmıştı. Özellikle hocasının kaleminden çıkan meali özlemle yâd ediyordu. Aslında o kitap tekrar alınabilirdi, bunda sorun yok. Hatta dijitali, uygulaması da bulunabilirdi. Ama defalarca okunan, her seferinde satırları çizilen, derkenarlar, hamişlerle zenginleştirilen bir nüshaydı orada göçükte kalan. Değeri o yaşanmışlıktan geliyordu.
Daha önce sahibiyle birlikte göçük altında kalan kitaplardan da bahsetmiştim. Rahmetli öykücü Recep Şükrü Güngör’ün kitaplarından. Şimdi tekrar deprem mağduru kitapları ama bu sefer kitaplarını özleyen okurlarla birlikte hatırlamama kitaplığımdan aldığım bir divan neden oldu. Çoğu zaman bir şey başka şeyi hatırlatır, kendi yaşantılarımız empati duygumuzu tetikler. Bu kez de öyle oldu.
Bir vesileyle kim bilir kaç yıldır kitaplığımda duran Yunus Emre Divanı’nı elime aldım. Şöyle bir sayfaları çevirdim. O kadar çok mısranın altını çizmişim, o kadar çok not yazmışım ki sayfa boşluklarına. Bu kitabı internetten ısmarlayacağım yeni bir nüshayla asla değiştirmek istemem. Aynı kitabın yenisini almam demiyorum, alırım, hatta almayı da düşünüyorum ama bu baskısının yanına koyar, ayrıca çizerek okurum yenisini. Çünkü Tatçı Hoca her baskıda bir şeyler ilave ediyor kitaba. Şu andaki güncel baskısı elbette bu baskıdan daha kamil olmalı.
“Yol İçtedir”
Bazen bir şiiri işaretlemişim, bazen birkaç kelimeyi, bazı yerlerde sayfa başına ya da kenar boşluğuna büyük harflerle bir cümle, bir tamlama yazmışım. Okuduğum kitapların sayfa kenarına yazdığım böyle notlar bu konuda bir deneme yazılabilir demektir benim okumalarımda. Henüz doğmamış yazının muhtemel adıdır o tamlama, o söz öbeği. Hoş, o an için o söz öbeğine yüklediğim anlamı aradan geçen yıllarla unuttuğum da olur çoğu zaman. Yine de okunmuş bir kitaba yeniden göz gezdirmek heyecan vericidir hep.
Mesela bir beytin yanına “yol içtedir” yazmışım büyük harflerle. Sonra tamamen unutmuşum bu beyti. Dörtlük olarak da okunabilecek o dizeler şöyle:
“Yaban yolun gözetme
yol evde taşra gitme
Can yolu can içinde
can râzını can duyar”
Bak işte, öyle sık sık duyduğumuz bir şiiri değil Yunus’un. Muhtemelen ilk kez karşılaşmışım o okuyuşta, beni heyecanlandırmış, altını çizmiş, yanına notumu almışım. Acaba o zaman da hemen Arif Nihat’ın dizeleri aklıma geldi mi? Sık sık hatırladığım, birkaç yazıda alıntıladığım o dizeler.
Şimdi hatırlayan vardır hatırlamayan vardır, bilenler kusura bakmasın ben bir daha söyleyeyim o mısraları:
“Hükmü mü var boyun enin,
İçte açıksa yelkenin…
Yollar içindedir senin,
Yollara çıkmadan yürü.”
Arif Nihat aradan kaç asır geçtikten sonra aynı düşünceyi nasıl söylemiş. Acaba Yunus’un bu şiirini okudu, sonra unuttu, yazarken bilinç altından tekrar mı doğdu bu anlam yoksa zaten içeriği çok tekrarlanan bu anlam iki güçlü şairin kaleminden iki güzel şiir olarak mı döküldü? Ne önemi var ki bunun, önemli olan dizelerin götürdüğü yer, düşündürdükleri, çağrışımları…
Yine döndük geldik mi kalbe? Eh, döner geliriz hep, kalp evdir çünkü. Çok dışarlıklı olma, içine dön diyor bak Koca Yunus da. Yazıda yabanda ne dolaşırsın ey derviş, o yollar yolaklar değil ki seni sevgiliye ulaştıracak olan. Can yolu can içinde, can sırrını da yine can hissedecek elbet. Ha yollara düşersin, yeller gibi eser, yollar gibi tozarsın, belki yürüyüşe çıkarsın her gün, bininci kez karahindibalara bakar hayran olursun, o ayrı. Dışarlıklı olmak dediğim o değil. O yollar, o yürüyüşler can evindeki yolculuk için bir odaklanma vesilesidir ancak. Kim demiş insanın doğa yürüyüşü yaparken aslında içinde bir yolculuğa çıkmadığını.
“Kurtuluş İçimizde”
Yine ne dağıttım konuyu gerçekten. Madem dağıldı ilginç bir anekdot aktarayım da iyice dağılsın. İnsanlar genellikle belli yaştan sonra, mesela kırkından sonra böyle konulara ilgi duymaya başlarmış. Ama çok daha erken yaşlarda dervişmeşrep hayat yaşayanlar da çıkıyor arada. Bacım Fatma onlardan biridir. Üniversitede okurken, bir gün yine sureten at kestanelerinin altında gerçekte gönül evinin koridorlarında Güney Kampüs’ten Kuzey’e doğru dalgın dalgın yürümektedir. Okula yeni gelen bir kızcağız sorusuyla o manevi esriklikten çıkmasına neden olur.
“Kurtuluş nerede Fatmacan Abla?”
“Kurtuluş içimizde,” der Fatma, sonra anlar tabii kızın kurtuluşu yer adı olarak kullandığını ama böylece hemen o anda bir motto ve bir fıkra doğar hatırlayıp hatırlayıp gülümseyeceğimiz.