“Benim Adım Kırmızı” romanından hatırlıyorum bu ufka bakma terapisini. Orhan Pamuk’un o kitabı yazarken uzun süre kütüphanelerde çalıştığını, anlatacağı dönemle ilgili araştırmalar yaptığını okumuştum.
Bütün romanlar kurgu olsa da her romanın her ayrıntısı kurgu değil anlayacağınız. İşleri incecik fırçalar kullanarak en küçük ayrıntıları muhteşem renklerle boyamak olan usta nakkaşlar gündoğumunda bir müddet batı ufkuna, günbatımında doğu ufkuna bakarak gözlerini dinlendirirlermiş romanda anlatıldığına göre. Çıraklara da öğretiyorlar, böyle yapmazsanız gözünüz keskinliğini kaybeder, uzun süre çalışamazsınız.
Ekran Bağımlıları İçin Ufuk Terapisi
Günümüzde öyle kıl gibi fırçalarla minyatürler üzerine eğilmiş sanatçılar çok fazla değildir belki ama hepimiz her gün saatlerce bir ekrana kilitleniyor, gözümüze yaklaştırdığımız ekrandan bir şeyler izliyor, bir şeyler okuyoruz. Bizim o eski zaman nakkaşlarından daha fazla ihtiyacımız var “ufuk terapisi”ne.
Kent insanı duvarlar arasında hep. Bu yetmezmiş gibi bir de el kadar ekrana bakıp duruyoruz, oradan ayırdı diyelim gözümüz bu sefer iki üç karışlık bir başka ekran, sonra hadi bilemedin bir kulaçlık ekran. Arada bir ufka bakmalı, gözünü dinlendirmeli. Bir de ufka bakmak sadece gözü değil ruhu da dinlendiriyor kanımca.
“Ruh ufuksuz yaşamaz.”
Bu düşüncede yalnız da değilim. Üstelik mesela Yahya Kemal benim gibi çekingen de değil. Net konuşuyor:
“Ruh ufuksuz yaşamaz.
Dağlar ufkunda mehâbet,
Ova ufkunda huzur,
Deniz ufkunda teselli duyulur.”
Dağ ufku denince aklıma köyüm gelir elbette öncelikle. O mehabeti çok iyi bilirim. Eskiden bazen sırf o dağlar ufkuna bakmak için Aşağı Kolak’taki kahveye gider balkondan Suçatı’na doğru dereye bakardık biraderlerle. O kahve kapanmış artık, ama aynı manzaraya Kıvrılca’da Selahi Çavuş Çıkmazındaki evlerin önünden veya yukarıdaki tepeden de bakılabilir. Sonra Taş Dibi mevkii çok iyidir dağlara bakmak için, Sarıot tepesi de öyle. Liseli yıllarımda köye gelince bazen Sarıot tepesine yürür, taşın üzerine çıkar sesli okumalar yapardım. Öyle yerlerde özellikle şiir ve bazı deneme kitaplarını sesli okumayı severim. Elbette bir başımayken.
Bir de bozkır ufku var.
Dört beş kat dağ… Her kat farklı bir tonda soğuk renklerle boyanmıştır. Yeşil, mavi… Koyudan açığa… Sonunda gökyüzünün mavisiyle dağın mavisi iyice yaklaşır birbirine. Zaten “bu bizim gökler gibisi hiçbir dağda çatılmamıştır” diyor ya Attila İlhan, o aslında bizim dağları, bizim gökleri kastediyor olmalı. Başka türlüsünü düşünemiyorum nedense.
Ova ufkunu Acıpayam’da görmüşlüğüm vardır kısmen. Çamlık tarafından veya İmam Hatip’in avlusundan ovaya bakmalı. Bahar aylarında, bademlerin çiçek açtığı zamanlarda olsa daha iyi olur ama şart değil. Deniz ufkunu kısa süre Büyükçekmece’de oturduğum evin penceresinden izleme imkanı buldum. Ama bu ufuklar için Yahya Kemal’in yaptığı taksim her zaman öyle olmuyor sanırım. Ova ufkunda teselli duyduğum da oldu, deniz ufkunda huzur yudumladığım da. Dalgalı bir denizde ciddi mehabet vardır ayrıca. Bir de Karakum Çölünün uçsuz bucaksız tepelerinin uzandığı ufuklar var ki ben o “mehabet” denen şeyi en çok da orada hissettim. İnsanın küçüklüğü, doğanın büyüklüğü karşısında hissedilen az korkuyla karışık saygı.
Balkonumdan Görülen Ufuk
Evde bunalınca bazen yürüyüşe çıkıyorum şimdilerde bazen de balkona çıkıp ufka bakıyorum. Şükür balkonum ufuksuz değil. Ama balkonumdan o eski zaman nakkaşları gibi gün doğarken günbatısına, gün batarken gündoğusuna bakma şansım yok. Benim balkon kuzey ufkuna bakıyor. Ne zaman çıkarsam çıkayım, elimdeki çay veya kahve bitene kadar kuzeye bakıp geri dönüyorum. İlerde düzlük, bahçeler, ağaçlar, evler; derken Karakurt Köyü görünüyor. Onun arkasında da Honaz Dağı. Yolun karşısındaki iri bina ufkumu bölüyor maalesef, sol yanda şehrin ışıklarını görüyorum geceleri. O bambaşka bir seyir, bir özge temaşa.
Ufka Pencere Açmak
Böyle bir konu yoktu aklımda. Ayşe Hayta’nın Ardıç Kuşları’nı okumaya başlamış, ilk bölümdeki kırkyama perdeden çok etkilenmiştim. Onu yazacaktım. Sonraki haftalara bıraktım şimdilik. Hem kitabı daha bitirmedim hem de geçen gün Fikret Sönmez aradı. Fikret Abi annemin kuzeni, biz abi diyoruz, aslında dayı desek daha uygun olurdu belki. Onunla konuşunca aklıma annesi Hatice teyzeyle ilgili bir görüntü geldi. Oradan da ufuklara gitti zihnim.
Arada köyü ziyaret ederlerdi Hatice Teyze ve eşi Osman Enişte. Çöllü Osmanı köyümüzün namlı muhtarlarından. Çocuklarını okutma kaygısıyla İzmir’e göçmüşler belli yaştan sonra. Babam Osman Dayı derdi, çocuklarında komşuymuşlar. Bizse annemin eniştesi olduğu için biz enişte derdik. Bize de uğrarlardı, az buçuk hatırlıyorum. Teyzemi daha çok hatırlıyorum.
O zamanlar yazın vaktimizin çoğunu evin bir yanında boydan boya uzanan tahta balkonda geçirirdik. Balkonun önündeki acı payamın dalları uzar, balkonun içine girerdi bazen. Yine balkonun tamamen badem dallarıyla kaplandığı bir zaman olmalı. Hatice Teyze “Böyle olmaz, budasanıza,” dedi. Anam her yere ağaç dikerdi ama ağaçları bırakın kesmeye budamaya bile yanaşmazdı çoğu zaman. Mırın kırın etti, gönlü yoktu ama teyzesine de bir şey diyemiyordu.
Teyze, gün görmüş biri, anlamış olmalı yeğeninin bu işi geçiştireceğini. “Hadi kızım, tahra getir sen,” dedi. Anam veya ablam tahra getirdi biri. Hatice Teyze o zaman kaç yaşındaydı bilmiyorum, nerden baksan altmışla yetmiş arası olmalı. Eteğini toplayıp ucunu kuşağına veya kemerine soktu sanırım. “Dur, tehlikeli…” demelerine bakmadan balkondan payama atladı. Ağaç iki üç metrelik bir duvarın üstünde, bir o kadar da balkonun yüksekliği var, gerçekten tehlikeli. Eline tahrayı alıp dalları aralamaya başladı. Epey çalıştı orada. Artık balkonda ufka açılan pencereler vardı. Dalların arasından karşı tepenin ötesi, ilerdeki yolun kıvrılıp giden köşesindeki koca ceviz, ekin tarlası, köy arabasının tırmanıp gözden kaybolduğu yokuş görünüyordu. “Ha, şöyle kızım, gözün gönlün açılsın; insanın içi daralır,” dedi tekrar balkona gelince.
Birden aklıma gelen bu kareyi anlatmadan geçmek istemedim.
Bulut da bir ufuk sayılmaz mı?
Şimdi ufka bakmak da her zaman o kadar kolay değil. Ufku çepeçevre sarmış beton ormanları kentlerde. Ve dahası, ve dahası.
Ama ben ona da bir çare buldum kendi çapımda. Bir ara ufuksuz yerlerde göğe bakıyordum. Bir tepe, bir bina kesiyor önünü, göğe bak! Sıkışmış hissediyorsun kalabalıkta, göğe bak!
Aslında gök ufku diye bir şey de olmalı. Bulutlar, yıldızlar, çok yüksekten uçan kırlangıçlar…
Gözerimi, gözyetim, çevren…
Bir ara ufuk yerine “gözyetim” sözcüğünü kullanmaya başlamıştım. Türkmencede ufuk yerine kullanılan bu sözcüğe vurulmuştum nedense. Gözyetim, gözün yettiği yer, yani ufuk. Benzerleri de var Türkmencede, sesyetim, tayakyetim… Sonra bizdeki muadiline rastladım: gözerimi. O da güzel. Arada kullanıyorum ama ufuk nedense daha anlaşılır, daha sık kullanılıyor. Bir de “çevren” var. Kullanan onu da yakıştırıyor diline ama ben ağzıma, kalemime yakıştıramadım. Yabansı duruyor ben söyleyince.
Dilde, seçilen sözcüklerde de tutarlılık lazım ne de olsa. İsteyen hayat hikayesi, isteyen yaşam öyküsü der, ikisi de iyi ama kimsenin hayat öyküsü ya da yaşam hikayesi diyerek kulağımızı kanatmaya hakkı yok sonuçta.