Bir elinde baston, bir elinde torbası  yorgun adımlarla sendeleye sendeleye  yürüyordu yaşlı adam. Belki de gençliğinde  eğlene sallana gezdiği bu caddede şimdi nasılda isteksiz yürüyordu. Çocukluk, gençlik, güç kuvvet derken bir de bakmışın sonbahar mevsimine girivermiş insan.
       Hay Allah! Oturduğu koltukta sıcacık çayını içerken annesini korkutan çocuğun  yürüyüşü gibi sallam pullam yürüyerek dükkanın  önünden geçen ihtiyar bir anda duygu dünyasına girmiş, hiç de düşünmek istemediği yaşlılığı aklına getirmişti. Yaşlanmak ,saçın sakalın ağarması, dede olmak. Evet yakında dede olacaktı ve torununun her defasında “dedeciğim “diye çağırması ona Azrail’i, kabri,cennet ve cehennemi hatırlatacaktı. Ölümün yaşının olmadığını biliyordu ama dünya sahnesinde  en son oynanan rol de dedelikti. Çocuğum, gencim, ana babayım vs. diyerek insan kendini biraz avutabilir. Fakat dedelik- ebelik makamına geldiyseniz yok ki gerisi. Belki yarın belki yarından da yakın. Bekleyin artık ölüm meleğini.
         Ah şu ihtiyar! Tam da Selim Bey’in dükkanının önünden geçecek zamanı bulmuştu. Keşke bakmaz, görmez olaydı da neşesi kaçmayaydı, sıcacık çayını yudumlayaydı. Birkaç saniye içinde kafası allak pullak olmuştu Selim Bey’in. Hemen yerinden kalktı, bir keramet var bu işte diyerek ihtiyara yetişti.
     - Dedeciğim yardım edeyim, müsade et  torbanı durağa kadar ben götüreyim, dedi.
        İhtiyar bir anda durakladı,  rükudan kalkar gibi belini doğrulttu ve tebessümle:
    -Sağ olasın evlat, elimde taşıdığım üç beş kilonun önemi yok. Yardım edeceksen sırtımdaki yüklerden birazını alıver.
      İhtiyarın konuşmaları tamda Nasrettin hocanın fıkraları  gibi gelmişti Selime. Gülmüştü amma düşünüyor, söyleyecek söz arıyordu  ihtiyara. Çünkü bu nur yüzlü  ihtiyarın sırtında elbiseden başka bir yük görünmüyordu. Acaba bu ak sakallı piri fani ne demek istiyordu?
   -“ Dede inan sevdim seni, hadi göster  kerametini de,  göreyim şu belini büken, sana eza cefa veren yüklerini.
        Dedenin bir anda gözleri dolmuştu. -“ Evlat ne diyorsun sen, şu üç günlük dünyada tam insan olamadı ki evliya olup keramet gösterelim. Ettiğimiz isyanlar, işlediğimiz günahlar, kırdığımız onca kalpler… Sırtımızdaki bu yüklerle hâlâ ayaktayız değil mi? Keşke senin yerinde olsam da içimi  yakan, ahretimi karartan dargınlıkları, kırgınlıkları, kini, öfkeyi atıp; yerini sevgiyle, kardeşlikle doldurabilsem, insanları kucaklasam. Evlat arabam buradan kalkıyor,  şimdiden yolun açık olsun, kurbanın takva  ile dolsun.
     İhtiyar otobüse binmiş ve bir anda uzaklaşmıştı. Selim Bey otobüs durağında yalnız başına kalakalmıştı.  Üç beş dakikanın içinde olup bitenleri neredeyse rüya sanacaktı. Dükkanına doğru giderken bir anda içinin yanmaya başladığını, sırtında sanki ağırlıklar olduğunu hissetmeye başladı. Aman Allah! Sanki az önce gördüğü, haline acıdığı   ihtiyar kendisiydi. Dükkanın içine kendini zor attı. Hemen önündeki takvime baktı. “Yeter ,yeter artık ey nefsim!” diyordu. Yarın erkence bayram namazına gidecek, dargın, kırgın olduğu ne kadar insan varsa Allah için onları kucaklayacak ve sırtındaki yüklerden bir an önce kurtulacak, Rabbine gönülden tövbe edecekti.
      Yarım kalan çayını yudumladı ve  yeni bir hayata başlamak için  kolları sıvadı, ikindi namazı yaklaşıyordu.