Küçükken annemin İzmir’de yaşayan dayısı Osman Dayı bizi ziyarete gelmişti. Henüz 5-6 yaşlarında olan bendeniz ilk defa gördüğüm bu yaşlı amcayı çok sevmiştim. Zayıf, çelimsiz uzun boylu bir adamdı. Kocaman kara çerçeveli gözlüğü, kasketi ve iki de bir dilini dudaklarında gezdirişiyle ilginç ve komik bir adamdı. Annemden öğrendiğime göre İzmir Bornova’da ayakkabı mağazaları varmış. Geçmiş zaman çok hatırlamıyorum, Annem, teyzem ve Osman Dayı konuşmaya başladılar. Yanlarında çok fazla kalmadım. Bahçede oyuna daldım. Bir zaman sonra annem “Osman dayın gidiyor, hadi ona güle güle de” diyerek beni çağırdı. Osman Dayı tam kapıdan çıkarken bana döndü ve “Sen kaç numara ayakkabı giyiyorsun” diye sordu. 28 numara dedim. “Bir dahaki gelişimde sana ayakkabı getireyim.” Dedi. Nasıl sevindim bilemezsiniz. Söylediğim numarayı bir de kendisi tekrar etti. Anneme ve teyzeme de sordu aynı soruyu. Sonrasında haydi görüşürüz diyerek evden ayrıldı. Sevinçle el salladım Osman dayının arkasından. Mutluluğumu bir görmeliydiniz. Gerçi ayağımdaki ayakkabı çok eski değildi ama olsun, artık yeni bir ayakkabım olacaktı, hem de ta İzmir’lerden gelecekti. O zamanlar, ayakkabı çocuklara sadece Ramazan Bayramında alınırdı. En azından bizim aile için durum böyleydi. Annem, Ramazan Bayramına bir kaç gün kala, çok ta iyi olmayan terzilik yeteneğiyle bana yeni bir gömlek ve beli lastikli bir pantolon dikerdi. Çoğu zaman bana haberim olmadan bir ayakkabı alırdı. Ayakkabı mutlaka bir iki numara büyük olur, burnuna da pamuk tıkıştırırdı. Bayram yaz tatiline denk geldiği için de “Düzgün giy, okulun açılmasına daha çok var. Eskitme.” diye de sıkı sıkı tembihlerdi. Artık bayramı beklememe gerek kalmayacaktı. Ayakkabımı çok dikkatli giyecek, her çocuk gibi kirlenirse pantolonun paçasına sürterek silecektim. Ökçesine basmadan giyecektim. En güzeli ise mahalledeki arkadaşlara gösterip caka satacaktım. Sevinçten o gece uyuyamadığımı hatırlıyorum. Sonra günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Fakat Osman Dayı bir türlü gelmiyordu. Anneme de soramıyordum, çünkü utanıyordum. Birinden bir şey almak, istemek ayıptı ve öğretilmemişti bana. Ama ayakkabının hayali de bir türlü gözümden gitmiyordu. Bir gün dayanamadım, dikildim annemin karşısına. “Hani Osman Dayı gelecekti İzmir’den, bize ayakkabı getirecekti. Ne oldu, neden gelmedi” diye sordum. Annem umursamaz bir tavırla; “Ohooo. Sen Osman Dayıma bakma. On yıldır her gelişinde ayakkabı getireceğim der, daha terliğini görmedik” dedi. Öylece kalakaldım. Aylardır hayalini kurduğum ayakkabının hiç gelmeyecek olması beni nasıl da hayal kırıklığına uğratmıştı. İşin kötüsü, mahalledeki arkadaşlarıma neredeyse her gün yakında yeni bir ayakkabım olacak diye söylemiştim. Şimdi ben her buluşmamızda ayağıma bakan arkadaşlarıma ne diyecektim? Üstelik nasıl olsa yeni ayakkabı gelecek diye ayağımdakinin de kıymetini bilememiş, bayağı eskitmiştim. Bu üzüntü bende uzun zaman sürdü. Sonra unuttum gitti. Ta ki dün, sokakta minik bir kızın babasına “Hani bana ayakkabı alacaktın, söz vermiştin, neden almıyorsun? diye ağladığını duyuncaya kadar. Çocuğun üzüldüğü, kırıldığı her halinden belliydi. Diyeceğim odur ki, bir çocuğa söz verirken gerçekten yerine getirip getiremeyeceğinizi iyi düşünün. Tutamayacağınız, gerçekleşmesi imkansız sözler vermeyin. Hele hele çocuktur, nasıl olsa unutur demeyin. 35 yaşına geldiğinde bile hala hatırlayabilir.