Ramazanı her zamanki bir mevsim olmaktan çıkarmalı,kendimizi Ramazan ufkunda yüksek bir dinî hayata doğru zorlamalıyız . Getir-götür meseleleri, kırtasiye işleri, çek-senet-sepet, yahut mal ü menal gibi bütün ömrümüzü esir eden dünyevî meşgaleleri asgariye indirmeliyiz. O asgariyi de ahirete dönük niyetlerimizle ibadete dönüştürmeliyiz; “Niyetler adetleri ibadetlere çevirir.” Ne var ki niyetler, yapılmayan farzları, vacipleri, sünnetleri, aksatılan ibadetleri telafi edemez, kaçırılan sevapları ve fırsatları geri getirmez. İşte meselenin püf noktası burasıdır. Meseleyi biraz açalım: 1400 küsur yıllık İslam tarihinde hemen her milletin kendi örf ve an’aneleriyle şekillenmiş bir Ramazan kültürü var. Helal çerçevede kaldıktan sonra bu kültürün çokluğu ve çeşitliliği tabii ki makbuldür, ve iftihar vesilesidir. Fakat Ramazan alışverişi yapıp iftar sofrası hazırlama, misafir davet etme, davetlere katılma, ziyaretlerde bulunma, gibi mahiyet açısından evrensel, tatbikat açısından yöresel alışkanlıkların ve örflerin yoğunluğu ve özellikle şekle dönük taraflarının ağır basması, bu kutsal ayın mukaddes ruhunu bir ölçüde gizleyebiliyor, beklenen neticeyi en aza indirgeyebiliyor.
Bu duruma bir de kasıtlı olarak Ramazan ayını o sonsuz ve sınırsız maneviyatından soyutlama girişimleri eklenince, iş büsbütün çığırından çıkıyor. Hususiyle televizyon, radyo ve gazetelerdeki yemek kitapları, hediyelikler, tabaklar, çanaklar, bardaklar, giyim-kuşamlar üzerine açılan kampanyalar.. Allaha kavuşma özlemiyle çekilen tespihlerden, Peygamber sevgisiyle getirilen salavat-ı şerifelerden,çocukların camiye, cemaate, namaza, oruca alıştırılması için yapılan eğitici talim ve uygulamalardan, metotlardan bahsedilmiyor. Ramazan’ın bizatihi ümmetin kendisine bakan bu hakiki yönüne vurgu yapılarak ayı o şekilde hakkıyla değerlendirmeye, şuurlandırmaya insanlar yönlendirilmiyorlar.
Bütün bunlardan daha önemlisi ve vahimi ise din üzerine başlatılan uçuk tartışmalar ile öylesine bir atmosfer ortaya çıkıyor ki, adeta Ramazan ayı ruhun değil, midenin bayram ettiği ay gibi oluyor ve güya dinden bahsediliyor ama kısır çekişmeler ve sonuçsuz münazara ve münakaşa ortamlarındaki gerilimli ve benlik öncelikli söz düelloları ortalığı kasıp kavuruyor. Seyirciler yahut okuyucular o söylenen ve yazılanlarla dinlerini öğrenip gereğince amel-i salihlerini artıracaklarına, aksine dinden büsbütün soğumakta, bağlılıkları zayıflamakta daha doğrusu öyle lanse edilmeye çalışılmaktadır. Artık son yıllarda Türkiye itibariyle Ramazan aylarında bu görüntüler adeta “sun’î/yapay bir örf”e dönüşmüş gibi duruyor. Ramazanlardaki bu yapay yapay gündem, hakkın güçlülüğünü değil de katiyen gücün haklılığını dayatan “toplum mühendisleri”nin elinde milletin kutsallarını katletmek, onları dinî köklerinden koparmak, en azından şühpeye düşürmek, tarihî harslarından etmek ve neticede inanları maneviyattan ayırıp tam bir dünyalılar haline getirmek gibi bir misyon eda ediyor.
Cihana hükmetmiş koca bir milletin boyuna ve endamına uymayan kısa ve dar bir elbiseyi kasten biçmeye ve ona giydirmeye çalışan; ve adeta –meşhur ifadesiyle- “toplum mühendisliği” yapmaya kalkışanların medya aracılığı ile dayattıkları bu “cebri yönlendirmeler” karşısında samimi de olsa büyük fikirler dağılıp ufalanıyor, derin duygular yaralanıp sığlaşıyor; kalplerin Ramazan’ın hakikatine, onu değerlendirmeye ve rıza-i ilahiyi kazanmaya doğru odaklanabilmesi tamamen müşkilleşiyor. Bir ay lokanta lokanta dolaşmakla, tıka-basa mide doyurmakla, üstüne yemek borusunu doldurmakla.. ve geriye kalan vakitlerde de din üzerine atıp tutmakla geçip gidiyor. Ramazan kalb ayı iken mide ayı imiş gibi; kalbin beslendiği ve beslenmesi gereken ay iken, midenin ve bedenin semizleştiği bir ay olarak ambalajlanıp takdim ediliyor. Dinin ruhu değil de, merasim kısmı önceletiliyor. İnsanlar Ramazan Bayramına ulaştıklarında daha sağlam dindar olacaklarına, dinlerinde şüpheli ve amellerinde laübali hale geliyorlar; daha çok gönül ve ruh insanı olacaklarına midesine düşkün beden insanı kesiliyorlar. Neticede ise Allah’ın Ramazan orucu ve bayramı ile murad buyurduğu maksatlar gerçekleşmemiş oluyor.
Böylesine insan fiziğine yönelik korkunç bir bombardıman altında dağılıp gitmeden kendi özel kulluk şuurumuz içine çekilip, ondan itici bir güçle rıza-i ilahî hedefli bolca hayr ü hasenat işlemek daha da değerli ve daha çok sevaplı bir sa’y ü gayret olmaktadır. Madem ki "Dünya ahiretin tarlasıdır.", Bu tarlayı ekme ve ürün elde etme adına en verimli zaman dilimi Ramazan ayıdır. Ramazanın en bekeretli biçimde nasıl değerdirileceğini ise, yine Efendimiz (sas)'den öğreniyoruz biz. Malum: Allah Rasulü Ramazan ayına mahsus olarak özellikle Allaha karşı taatini, ibadetlerini, zikir ve dualarını artıyordu, mümkün mertebe dünyevî meşgalelerden kendini uzak tutuyordu. Kendini tamamen kulluğa, ibadete, evrad ü ezkara, hasenata ayırırdı, hele son on günde mescidde i’tikafa çekilir, büsbütün dünyadan el-etek çekerdi. Ramazan bir Kur'an ayıydı onun için. Cebrail ile karşılıklı olarak Kur’an’ı hatmederlerdi. Rasululah’ın Ramazan’ı değerlendirme biçimine baktığımız zaman diyebiliriz ki: Bir açıdan Ramazan Mü’minlerin birbirleriyle kaynaşma ve ihtilat ayı iken, diğer yönüyle de her bir mü’minin tek başına kendi iç dünyasına yöneldiği inziva ayıdır, denebilir.
- - - -