İki bin yirmi iki Ekim ayının son günü güneşli bir Denizli gününde yazmaya yeniden başladım.
Pencerenin kenarında parkın yoğun yeşilliğine karşı; resim yapan eşimin fırçalarından çıkan sesler ve çok azalmış olsa da burnuma gelen boya ve tiner kokularıyla, değiştirdiğim zeytin suyunun kokusu eşliğinde, son üç ayda günlerin nasıl geçtiğinin farkında olmadan yine yeniden yazıyorum. Kafamın içinde yüzlerce değil milyonlarca farklı düşünceler varken ne yazacağıma karar veremiyorum. En güzeli akışına bırakmak. Elim hangi harfleri tıklarsa bahtıma.
Burası garip bir kent dersem garip kaçmaz. Aslında garip olan kent değil, bu kentte yaşayan bazı insanlar garip. Burada insanların bir kısmı kızları ne yaparsa yapsınlar varsa yoksa oğulları. Doğunun büyük bölümünde bile bitmeye yüz tutmuş erkek çocuk egemenliği; maalesef batının göbeğinde, üstelik de öğretimli kızlara bile uygulanıyor. Doktor olmuş, mühendis olmuş, avukat olmuş, öğretmen, sanatçı; hangi meslek olursa olsun hiç farketmiyor. Erkek kardeşi olmayan kızlar çok şanslı. İşin en garip yanı ise kızlarını en çok ezen de anneleri, diğer anneler de babanın tavrına göz yumarak ortak oluyorlar bu örtülü suça. Gelinlerinin kendileriyle ilgilenmediğini ve ilgilenmeyeceğini bile bile göre göre kızlarına her türlü eziyeti ediyorlar. Armut dibine düştüğünden erkeklerde anne babayla birlik olup; koruyup kollayacağına, kız kardeşine ya da ablasına her türlü eziyeti ediyorlar. Bu nasıl bir tutumdur açıklayabilene bravo diyeceğim.
Hangi dinde hangi inançta kızlarınıza, kız kardeşlerinize eziyet edin, onların hayatını zindana çevirin diyor Allah aşkına. Kul hakkını nasıl ödeyeceksiniz.
Torunlarınız ya da yeğenleriniz size saygı duyacaklar mı sizleri sevecekler mi? Yoksa onlar da mı umrunuzda değil?
Hiç arada aynaya bakıp kendimizi sorguluyor muyuz? Ya da yattığımız zaman hiç kendimizi yargılıyor muyuz?
Tabiki koskoca HAYIR
Genel tutumumuz ben haklıyım…….
Sağlık ve sevgiyle kalın…..Bol su için…….