Gerçekten çok yorulmuştu. Yıllardır yürümedik yol, çalmadık kapı bırakmamıştı. Aradığını bulma adına kimlere gitmemiş, kimlere boyun eğmemişti. “Can simidim burada” diye tuttuğu dalların, girdiği yolların aldatmaca ve kandırmaca   olduğun gözleriyle görmüş,  umutları  tükene tükene   pamuk ipliğine dönmüştü. Yüce Yaratıcıya inancı olmasa, gönlünden kopan ve kulaklarını çınlatan “Allah’tan ümit kesilmez, sabret aradığını bir gün bulacaksın!”  nidalarını duymasa kefenle girilen o daracık odaya çoktan varmıştı bile. 

         O kibir tuzağına düştüğü günleri hatırladıkça nefsini  tekrar tekrar .yuhalıyordu. O büyüklük taslaması ,” burnumdan kıl aldırmam” tavrı  başına  ne çoraplar  örmüştü. Bardak tabak kırar gibi kırdığı kalplerse cabası ”Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin” İlahi hakikatine ulaşıncaya kadar yuvarlandığı uçurumları,  tosladığı kayaları  say saya bildiğin kadar.

        Aslında niyeti  ne yeri yarmaktı ne de dağlara ulaşmak. O sadece aradığını bulmak için çırpınıyordu. Ama gördü ki anlatılanların hepsi boş ve hepsi yalandı. Aradığı şey  kibir, gurur, benlik diyarlarında var gibi görünse de bir yalancının mumu kadardı. Nihayet bir damla sudan, aciz oğlu aciz bir adam olduğunu, benlik zirvelerinden yuvarlanınca ve yalnızlaşınca anladı. 

       Hele o hırs kapısından içeri girdiğinde, ne kadar da ümitlenmişti ve  ümitlendirmişleri  kendisini. Şu üç günlük dünyada günlerdir, aylardır aradığı o mutluluğa, o huzura çok yaklaştığını zannetti. İnanmıştı hırsa ve sonu  gelmeyecek istekte bulunan, aç gözlü, öfke dolu o insanlara.

         Gece gündüz  demeden bir robot gibi çalışıyordu. Kulluğun gereklerini, uykunun zevkini, en çok sevdiklerim dediği  ailesini, eşini dostunu çoktan unutmuştu. Koşuyor, koşuşturuyor ama gölge  misali bir türlü Huzuru, Mutluluğu yakalayamıyordu. Ha bu gün ha yarın, derken hırs onu öylesine yormuştu ki,  simsiyah saçlarına karlar yağmış selvi gibi dimdik duran beli bükülmeye başlamıştı. İşte o anda bu kapıda da aradığının olmadığını anladı. Kibir, gurur kapısında bulamadığı huzur ne yazık ki hırs yanında da yoktu.Bir bahar mevsimi gibi girdiği hırs kapısından sonbahar perişanlığında ayrılmıştı.

         Hala  içindeki inanç ve ümit bitmemişti.  Bir sabah, sıcaklığı bitmekte olan  sobada  üşüyen vücudunu ısıtır gibi yaptı  ve “ömürden bir gün daha” diyerek takvim yaprağını kopardı.  O da ne ? Üşüyen elleri, bir anda ısınır gibi olmuştu. Allah Allah,!  Vücudu da ısınıyordu, eline ,ayağına bir anda can gelmişti. Olamaz, olamaz! Sönmek üzere olan  bir sobanın verdiği sıcaklık değildi bu. Yoksa huzuru mu bulmuştu? Göz ucuyla okuduğu takvim yaprağını en gür  sesiyle tekrar ediyordu.” Kibir, gurur yerine Tevazu; hırs, aç gözlülük, yerine Kanaat, Gıpta” diyordu.

        “Buldum, Buldum! Şükürler olsun Rabbime.  Evet, parada bulda, büyüklük taslamada bulamadığı gerçek huzuru şimdi bulmuştu ve bu hikayesini “Huzur, Mutluluk” arıyorum diyen her kula  anlatıyordu.